Ölümsüzlük Arayışımız ve Geldiğimiz Nokta
Artık herkesin bildiğini düşünüyorum ki insan beyni sadece düşünüp karar vermekten öte evrimsel olarak kodlanmış pek çok kısa yolla çalışır. Bizi hayatta tutan kısa yollar, içgüdülerimiz.
Gelin birlikte sürüngen beyin ve duygusal beyin denen evrimsel olarak diğer hayvanlarla paylaştığımız fizyolojik yapımızın ve neden oldukları otomatik düşünce kalıplarının medeniyette geldiğimiz yere ne kadar katkısı var bir bakalım.
Ölüm Var… Ya Yoksa?
Biyolojik bir organizma olarak birincil amacımız hayatta kalmak ve soyumuzu devam ettirebilmektir.
Yani konu bir elma ağacı, bir solucan ya da bir insan olsun fark etmez ortak amaç bir tohumla, yumurtayla ya da çiftleşerek yeni nesile DNA aktarmaktır. Bu sayede söz konusu canlı öldükten sonra bile yaşamaya devam eder. Çocuklarımız varsa büyük bir görev tamamlanmıştır, tatmin oluruz. Ama bu kadarı da yetmez, onların da diğer çocuklardan daha avantajlı olduğunu sağlamak her gün, her gün bunu görmek isteriz.
İçgüdülerimiz bize varlığımızı sürdürmek için ne gerekiyorsa yap der.
İster bilinçli ister bilinçsiz olsun davranışlarımızı şekillendiren de bu motivasyondur.
Yani gerek kendimiz gerek ailemiz için ne yapıyorsak ölümsüz olmak için yapıyoruz.
Yani Motivasyonumuz Ortak
Hayatın tamamen buna göre kurgulanmış olması bir yandan size de komik gelmiyor mu?
Ama bu böyle ve tüm fizyolojik düzen bizim ölümsüz olma ihtiyacımıza hizmet etmek üzere kurgulanmış.
Peki sosyolojik düzen sizce bundan farklı mı?
(Bu noktada Pareto ile benzer düşünüyorum. Bknz: Pareto Sosyolojisi*)
İnsanların kendilerine eş bulup neslini devam ettirmeleri için sadece sağlıklı, güzel, çekici olmaları yetmiyor. Aynı zamanda sosyal olarak da önde, başarılı, etki alanı geniş yani statü sahibi olmaları gerekiyor.
Çünkü yeryüzünde 8 milyar insan var ve herkes aynı amaç için kurulmuş vaziyette bu da doğal olarak rekabeti ortaya çıkarıyor.
Bitmeyen Öne Geçme Yarışı
Bitmeyen ölümsüzlük yarışı yaşamın her alanında devam eder. İş yerindeki toplantımızda, markette kasada sıra beklerken, trafikte biri önümüze kırdığında…
Diğer bireylerden geri kaldığımız her anda derinlerde bunu varlığımıza bir tehdit olarak algılarız. Bu negatif histen kurtulmak için bir şeyler yapmamız gerekiyordur.
Etki alanımızın geniş olduğunu, statü sahibi olduğumuzu hem kendimize hem de çevremizdekilere sürekli ispat etmemiz gerekiyordur ki tatminkar bir yaşam sürebilelim. Aksi taktirde hayat çok çekilmez bir yerdir.
Yani en önde biz varız, en güzel ev bizimki, en başarılı ve güzel çocuklar bizim çocuklarımız, en doğru kariyer kararını biz verdik.
Ancak bu yolla her gün beynimiz bizi ödüllendirir ve iyi hissederek yaşamaya devam edebiliriz.
Rekabet işte bu yüzden sosyal hayatımızın bir gerçeği olmuştur, ama tek gerçeği olmak zorunda mı?
Statü Arayışı
Bu statik bir süreç değil. Genlerimizdeki yaşama arzusu geriden gelip öne geçebilmemizi örneğin yoksul bir aileden gelip varsıl bir avukat olarak kendi ailemizi rekabette avantajlı bir duruma çıkarabilmemizi sağlıyor. Güzel ama her şeyde olduğu gibi size göre de artık bir dengeye ihtiyaç yok mu?
Kapitalizm öyle görünüyor ki insana dair bu en temel hayatta kalma devresinin çalışma prensibini çözmüş ve tüm taktiğini de rekabet avantajı hissini tatmin etmek üzerine kurmuş.
Ölümsüzlük yarışında önde olduğumuzu bize hissettirecek, düşündürecek pek çok araçla hayatımızı yönetiyor.
Bu sebeple onu yenmek dürtülerimize karşı gelmek kadar zor görünüyor.
Harcayarak Var Olmak
Uyanık olduğumuz her an yeni bir şeyleri satın almamız gerektiği fikriyle bombardıman altındayız. Eskiden televizyonu kapatsak belki biraz kafamızı dinleyebilirdik, ama artık görüş alanımızdan hiç çıkmayan cep telefonlarımız var. Yöneldiğimiz her sosyal medya mecrası alış veriş tuzaklarıyla dolu.
Her alışveriş bize rekabet avantajı hissi veriyor. Biz de yeni moda kahveler, son sezon ayakkabılar, zenginmişiz hissi veren tabaklar, yeni model süpürgeler, daha da iyisi uzak ülkelerde lüks tatiller, paramız yetiyorsa prestij arabaları için çalışıp ha babam alış veriş yapıyoruz.
Mantıklı düşündüğümüzde dolapta henüz giymediğimiz onca kıyafet varken yeni bir t-shirt satın almak hem karbon ayak izine olumsuz katkı, hem kesemize zarar. Daha da önemlisi dünyanın uzak ülkelerinde temel işçi sağlığı ve güvenliği standartlarından nasibini almayan fabrikalarda son derece düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalan çoğunluğu genç insanların, genelde kadınların emeklerinin sömürülmesine hatta kimi zaman da ölmesine sebep oluyor.
(Bknz: Rana Plaza Felaketi Bangladeş 24 Nisan 2013**)
Ama yine de alışverişi tamamla butonuna basıyoruz…
Çünkü statü göstergesi her şey bize ölümsüzlük yarışında önde koştuğumuzu hissettiriyor.
Tekrar Düşünsek
İçgüdülerimize yenilip şişen kredi kartı ekstrelerine rağmen faturamız kasada yazılırken çıkan sesler beynimize “sen başarılısın, en çok sen hayatta kalacaksın” sinyallerini yolluyor, bir an tatmin oluyoruz.
Oysa bireysel tatminlerimizin getirdiği global sonuç ortada.
Hele de bizim gibi üretim kayaklarına zamanında sahip olamamış, sınıfsal kategorileri sadece harcayarak oluşturabilmiş toplumların artık silkinip kendine gelmesi gerektiğini düşünüyorum.
En çok da bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde insanlar fütursuzca para harcıyorlar.
Örneğin Avrupa’da yaşadığım yıllarda yaptığım gözlemi paylaşmak istiyorum. Elinde her daim son model telefonla gezen ya da parayı bulduğu anda gidip Mercedes alan insan sayısı bizimle karşılaştırıldığında çok daha azdır. İnsanlar genelde herhangi bir elektronik eşya tamirin ötesinde bozulana kadar kullanmaya devam eder. Alışveriş konusunda kesinlikle aynı iştahta değiliz. (Belli ki onların statü tatminleri bizimkilerden farklı. Uzun dönemde ne derece yıkıcı, yine ayrı bir tartışma konusudur.)
Oysa biz statü sembollerine ulaşmanın yolu olarak en başta alışverişi öğrenmişiz. Bu eğilim bizim gibi ülkelerde çok yoğun.
İçtiğimiz kahveyle, bindiğimiz arabayla bir kimlik oluşturma eğilimi. Bunu da yeniden düşünmek durumundayız.
1 Mayıs Vesilesiyle Tekrar Düşünsek
Hem toprak ananın, hem de onun kaynaklarını birlikte paylaştığımız yeryüzünde yaşayan tüm canlıların sonunu getirmek üzereyiz.
Bizim bireysel ölümsüzlük arayışımız dünyadaki pek çok güzel şeyi öldürdü.
21.yy da elimizde her türlü teknolojik imkan var ama çocukların ve kadınların emekleri sistem tarafından sömürülmeye devam ediliyor.
Bildiğiniz gibi kapitalizm kar bölüşüm ilkesi ile ayakta durur. Karı en üst düzeye çıkarmak kuraldır. Görüyoruz ki sistem karlılığı artırmak için her yolu kullanıyor ve bizim içgüdüsel devrelerimizdeki ölümsüzlük ihtiyacını kendi çıkarına kullanmayı da öğrenmiş. Bizi diğerleriyle rekabet ettirirken güzel para kazanıyor.
Yer yüzündeki pek çok gerçek güzel şeyi öldürme pahasına…
“Kapitalizm sömürü düzeni” sıfat tamlamasını duymaktan da sıkılmış olabiliriz ama bu sömürü düzeni içinde yaşadığımız gerçekliğini hafifletmiyor.
Dünya gezegenine baktığımızda, sosyal düzenin ve kaynakların paylaşımına baktığımızda durumun artık sürdürülebilir olmadığını herkes görüyor. Örneğin iklim krizinin her türlü krizin ötesinde geri dönüşsüz etkiler yaratacağına şüphe yok.
Gerçekten ölümsüz olmak istiyorsak, genlerimizi aktardığımız çocuklarımızın da ölümsüz kalmasını istiyorsak ve diğer herkesin çocuklarıyla adil, huzurlu ve sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam etmelerini istiyorsak evrimsel olarak kodlanmış bu kısa devrenin hükmü altından çıkmanın vakti geldi de geçiyor gibi.
Beynimizin arkaik şifrelerini çözmeyi başarmış kapitalist sistemle bu ölüm oyununu oynamak yerine bizi onurlu insanlar yapan akılcı düşünceyi kullanarak verdiğimiz zararları telafi etmenin yollarını aramaya başlamanın zamanı gelmedi mi?
30 Nisan 2022
İstanbul
Dr Yasemin Manavbaşı
*Pareto Sosyolojisi: Aydınlanma filozofları rasyonalitenin önemini vurgularken Vilfredo Pareto (1848-1923) insani içgüdüler gibi rasyonel olmayan faktörlerin önemi üzerinde durmuştur. Sosyolojik çözümlemesinde toplumun insan doğasından kaynaklanan psikolojik güçlerin ve benzeri mekanizmaların bir ürümü olduğunu savunmuştur.
**Rana Plaza Felaketi: 24 Nisan 2013’te çoğu kadın binlerce işçinin çalıştığı beş hazır giyim fabrikası ve bir labirenti andıran dükkanların bulunduğu Rana Plaza kompleksi 90 saniye içinde çöker ve dünya çapında hazır giyim endüstrisi tarihindeki tüm zamanların en ölümcül felaketi yaşanır.
Bangladeş’te yaşanan bu olay çoğunluğunu 18-20 yaş arasındaki genç kadınların oluşturduğu 1138 kişinin ölümüne, 2500 kişinin yaralanmasına neden olur. Yalnızca beş kat için ruhsat almış aceleyle inşa edilmiş Rana Plaza’ya bir gün önce duvarlarında oluşan büyük ve tehlikeli çatlaklar nedeniyle belediye tarafından tehlike raporu verilmiştir ama tekstil işçileri patronların ücret kesintisi ve işten çıkarma tehdidi sebebiyle binaya girmek zorunda kalırlar.